Devrimin Çocuklarıydılar adlı Anı –Öykü çalışmasından.
Yılmaz Güneyle anıların özeti.
Çocukluk anıları yaşamın her dönemi hep anımsanır. Aile, kaza, köy, şehir, mahalle, okul, arkadaşlıklar, ilk aşklar…
…..
…..
“Hoca, konuşalım mı biraz? “
Şaşkınca bakınıyorum! Kısa boylu, tıknaz, kesiklerle dolu göğsüyle jiletin parçaladığı kollarını açıkta bırakan gömleğinin yırtıklarını, yamalarla kapatmış birisi yanımdaki.
Merakla soruyorum:
“Ne konuşalım?”
“Yok yok, öyle ayak yok, konuşalım mı konuşmayalım mı?”
Hoşuma gidiyor. O da anlıyor. Ben bir şey söylemeden, gülüşümü görünce o başlıyor laflamaya:
” Niye ilgilenmiyorsunuz benimle?”
” Sen kimsin? Hele bir tanışalım, hele birbirimizi yoklayalım…”
“Bak Hoca, benim adım Tavukçu. Profesyonel hırsızım. İlk vukuatım tavuk çalmak, onun için adım böyle konulmuş. Lumpenim. Aslında lumpen proleterim.”
Gülmekten ağzım öyle açılmış ki… Tavukçu, deneyimli. Bir karış açılan ağzım konuşma isteğinde, bunu hemen ayrımsıyor.
”Yılmaz abimiz kitaplar verirdi bana. Ben de üç beş kişilik bir grup kurar, okurdum onlarla. Önceleri de bir şeyler bilirdim ama Yılmaz Abi ‘nin anlattıklarıyla verdiği kitaplarla daha çok öğrendim. Anlayacağın boş değilim. İlgilenin benimle”
“Peki, ilgileneceğim seninle, ama anlatır mısın şu göğsünün, bileklerinin kesikleri neden?”
Cahilliğime gülüyor önce.
“Anlamadın mı? Zulamda hep jilet taşırım. Her yakalanışımda işkence ederler. Haberimin olmadığı suçları bile yüklemek isterler. İşkenceye artık dayanamayacağımı anlayınca ne eder eder jiletlerim kendimi. Ya ölerek ya da revire kaldırılarak kurtulacağım, başka çare yok, bunun için hep bu yaralarla gezerim. ”
Anlıyorum ki bu kesikler Tavukçunun nişanı. Bakışlarımda bir şüphe seziyor ki, yeni sözler ediyor:
“Her yakalanışımız işkence görmemiz demek. Sizi bilirim, işkence imtihandır dersiniz. Ben de işkenceye dayanıklıyımdır. Polise isim verdiğim, iş verdiğimi hatırlamıyorum. Bu yaralarım ispat değil mi?”
“Tamam Tavukçu, sağol, şimdi ne istediğini söyle!”
”Kitap istiyorum, başka hiçbir şey.”
”Gel, kitaplığımıza bak seç.”
“Yok. Sen Hoca değil misin, sen vereceksin bana, hangisini okumam gerekirse sen söyleyeceksin.”
“Kızıl Kayaları okudun mu? Dört yüz sayfa civarında…“
” Tamam. Onu ver.”
”Üç hafta zaman tanıyorum…”
Tavukçu kızgınca bakıyor,
”Hoca, dalga mı geçiyorsun, üç gün yeter. ”
Sahiden üç gün sonra kitabı getiriyor. Okumuş Tavukçu. Heyecanla anlatıyor okuduklarını. Bu ara Antep direnişi de üçüncü gününde bitiyor. İlhanlar şehit düşmüş. Devrim tarihinde bir destan daha yazılmış olarak şimdilik duruluyor Antep.
…..
…..
Bir hafta sonra Yılmaz Güney’in tedavi için Kayseri Kapalı Cezaevinden buraya döndüğünü duyuyoruz. Tuvaleti içerde, müşahade denilen tek kişilik hücredeymiş.
Bir şeye gereksinimi var mı, nasıl acaba, diye düşünürken, kitap listesiyle bir gardiyan geliyor.
“Yılmaz Abi, bu kitaplar var mı diye soruyor?”
Kitaplığımızın sorumlusuyum ya… Hemen olanları hazırlıyorum. Kendi gelsin alsın, diyorum ardından.
”Niye bana güvenmiyor musunuz?”
“Güvensizlikten değil de sağlığını merak ettiğimden bir göreyim istedim.”
O tarafa geçmemiz yasak. Bu nedenle görüşme olanağımız yok.
Bozulmasına karşın gene de az sonra kadınlar koğuşuyla bizim koğuşun arasındaki koridordan sesleniyor gardiyan. Yılmaz Güney hücresinden inmiş, arka pencerenin demirlerine yanaşmış.
“ Nasılsın Abi, başka bir gereksinimin var mı?“ diyorum onu yakından görebilmenin sevinciyle. Zayıf vücutlu ama çıta gibi Güney.
“Sağolun,“ diyor, “zaten üç günlüğüne buradayım, tedavim bitince döneceğim hemen.“
…..
…..
“Beni komünarların battaniyesine sarın…“
Yılmaz Güney…
O taçsız kral, yoksul dostu, mert, devrimci oyuncu, yönetmen, devrimci yazar, Kürt Yılmaz Güney… Paris komünarlarının battaniyesine sarılı, onlar gibi devrim mücadelesinin bir militanı olarak aynı mezarlıkta yatıyor.
Yurtdışına çıkışımın ancak sekizinci yılında Arap Mehmetle Paris’e gidiyoruz. Henüz hiçbir yere uğramadan Yılmaz’ın mezarına varıyoruz. Onu , dingin yatarken yokluyoruz.
Mezarında yalnızca adıyla doğum tarihi, ölüm yılı yazılı.
Arapla sessizce duruyoruz bir süre. Hissediyorum ki Arap, Adana Adliyesine nasıl yetiştiğini, Güney’i görmek için sayım günü bekçileri nasıl atlattığını düşünüyor.
Ben de anımsamalarla doluyum….
Yılmaz Güney de cezaevinde, üstelik tek kişilik hücrede. Gene de “Kendinize iyi bakın… Yoldaşlara selam…“diyor, sağ yumruğunu kaldırıp. Sen de kendine iyi bak diyemiyorum, o güçlü. Her koşulda kendini korur, ayağının üstüne basar çünkü.
“Yılmaz Abi,“ diyorum,“etkin, cesaretin, yapıtların, elden ele, dilden dile dolaşıyor…Yasakladılar, hain dediler, anarşist, terörist diye lanse etmek istediler ismini; sen bizim Yılmaz Güneyimiz olarak efsanesin gene, duyuyor musun?“
A. Sefa
1993
1Vind ik leuk · · Delen