Ünlü “Ergenekon” davasında “böyle bir örgütün varlığının kanıtlanmadığı” sonucuna varıldı. Fakat koskoca ülke en az 5-6 sene boyunca bununla yattı kalktı. Ergenekoncu diye yüzlerce insan hapislerde yattı. Ülkenin büyük bir bölümü ve tabi davanın “savcısı” olan Ergenekon diye bir örgütün varlığına kalıbını basabilirdi. Yazılı ve görsel basın, Medya, “Ergenekon” ve “Derin Devlet” denilen kavramlar tarafından işgal edilmişti. Üzerine kitaplar yazıldı. Hatta dizileri bile çekildi. Hem muhafazakarlar hemde liberaller böyle bir “gizli” örgüt olduğunda hemfikirdiler. Zaten solcular öteden beri bunu sürekli yazıp çiziyordu. Onlar zaten bunu ilk kez dile getiren kesimdi. Kontrgerilla, Özel Harp ve Gladio vs. gibi adlarla yıllardan beri böyle bir gizli örgütü deşifre etme çabasındaydılar.
Neresinden bakılırsa bakılsın, ülke bir “gizli örgütün” “derin devletin” peşinde koşturup duruyordu. Bahsi geçen kavram ülke çapında popüler olmaktan çıkıp dünya çapında popüler olma yolunda ilerledi. Son zamanlarda Türkiye’nin yarattığı “derin devlet” kavramını İngilizler bile kullanmaya başladı ve şu sıralarda kendi “derin devletlerini” arıyorlar.
Hemen her kesimin bu kadar sık kullandığı kavramların herkes tarafından bilinir olması gerekir. Varlığı konusunda herkesin üzerinde hemfikir olduğu şey herhalde en iyi bilinen şey olmalıdır. Ama durum böyle değildir. Bana göre olgu ya da olay bir kafa kargaşasının tam orta yerinde durmaktadır.
Nedir bu Ergenekon veya bir başka ifade ile derin devlet? Siyaset açısından, ülkenin geleceği açısından, demokrasi ve özgürlükler bakımından son derece önemli olan bu melanet şey nedir? Herkes bunu konuştuğu halde hala “gizli” olan bu şey ne menem bir şeydir?
Tek cümleyle konuya giriş yapayım; “Ergenekon” ve “Derin Devlet” kavramlarıyla ifade edilmeye çalışılan şey esasen silahlı bürokrasidir. Genel olarak bürokrasi (devlet teşkilatı ve memurlar anlamında kullanıyorum) ve özel olarak Silahlı bürokrasi üzerine tarihsel maddeci literatürde özgün çalışmalara hemen hemen hiç rastlanmaz. Konu genel varsayımlara dayanır ve çoğunlukla komplocu, sığ yaklaşımlarla yetinilir. Olay öyle bir ele alınır ki mistik, gizemli ve ne olduğu belli olmayan garip bir gizli örgütle karşı karşıya olduğumuzu düşündürür. Oysa silahlı bürokrasi devletin bir aygıtıdır ve öyle gizemli bir tarafı da yoktur. Ayrıca apaçık ortada olan bir olgunun sanki gizli bir örgütmüş gibi ele alınması da doğrusu komik bir durumdur.
Öyleyse soru şudur? Genel olarak bürokrasi nedir? Özel olarak “silahlı bürokrasi” nasıl bir şeydir ve nasıl ele alınmalıdır? Yanıtı ortaya koymadan önce yöntem konusunda bir hususu belirtmek gerektiğini düşünüyorum ve o da şudur; bürokrasi ve silahlı bürokrasi ele alınırken daha çok analitik sosyolojinin yöntemleri kullanılmalıdır. Konuyu bütünüyle tümdengelimli varsayımlar temelinde ele almak bizi bir yere götürmez. Örneğin “siyasi iktidar ergenekonla işbirliği yaptı” şeklindeki bir söylem, onun bir gizli örgüt olduğunu ve gizlice bir başka örgüt olan ergenekonla, “derin devlet olan bir gizli örgütle” işbirliği yaptığını ima eder. Oysa durum bu değildir. Her iki tarafta da işleyen “toplumsal ilişki kalıpları” vardır ve bunlar arasında “oturulup konuşulmayan”, daha önce mevcut olmayan yeni bir ilişki gelişir. Bu ilişkiyi anlamak için “her iki tarafın içine işlememiz”, onların “habitusunu” keşfetmemiz gerekir. Önce “devlet” denilen olguya kısa bir giriş yaptıktan sonra, silahlı bürokrasiyi tanımlayıp, onun bir “örgüt” olup olmadığını belirleyip daha sonra siyasi iktidarın temsil ettiği siyasal yapıyı ve bunun diğeriyle ilişkisini ele almaya çalışacağım. Konuya böyle bir giriş yaptıktan sonra adım adım fenomenleri ele almaya girişebiliriz.
Devletin ikili yapısı ve silahlı bürokrasi
Bürokrasi sözcüğü ilk kez Vincent de Gournay tarafından ileri sürülmüş olup, “bureau” ve “cratie” sözcüklerinin birleştirilmesi suretiyle oluşturulmuştur. “Büroların egemenliği” anlamına gelir. Bu sözcüğün 1745 yılında icat edilmesi bile onun yeni bir şey olduğunu ve modern çağ kavramı olduğunu hissettirir.
Nitekim antik çağlarda, geleneksel toplumlarda devlet basit bir şiddet aygıtı idi. İdari yapısı da basitti ve egemen sınıflar bizatihi yöneticilerin kendileriydi. Bu yöneticiler çalışacakları personelleri de kendi keyfi kararlarıyla seçerlerdi. Böylesi otoriter yönetimlerde bürokrasi diyemeyeceğimiz idari memurlar, bir nevi şahsi hizmetçi konumundadırlar. Yani seçimlerde yetenek, liyakat gözetilmezdi veya çok az gözetilirdi. Ayrıca personel neredeyse gelişigüzel çalışırdı. Önceden eğitim almaları, belirli bir standarda göre iş yapmaları, iş yaparken bilimsel metotları kullanmaları söz konusu değildi. Bu yapı katı, halka uzak ve çoğunlukla merkeziyetçidir. Bürokratlar Osmanlı gibi doğulu devletlerde bir nevi köledirler. Ama kendileri de halkın tepesinde boza pişirirler. “Bu nedenle onlara yukarıda belirttiklerimize ilaveten “doğu tipi despotizm” denmiştir. (Weber)
Oysa modern çağın burjuva devleti böyle değildir. Mevcut devlet kompleks bir yapıdır. Olağanüstü büyümüş ve karmaşıklaşmıştır. Egemen sınıf olarak burjuvazi devleti bizatihi kendisi yönetmeyip yönettirir. Devletin personeli keyfi kararlarla seçilmez. Belirli kıstaslara ve özelliklere göre seçilir. Burjuvazinin bu kendi seçmediği ve kendisinin bizatihi içinde yer almadığı devlet yapısı, bürokrasi denilen çok özel bir olguyu ortaya çıkarmıştır. Bürokrasi bugünün koşullarında “hantallık”, “iş görmezlik” vb. gibi olumsuz özellikleriyle bilinse de esasen devletin amaçlarını gerçekleştirmek üzere ortaya çıkmış memurlardan oluşan formel bir sistemi (resmi, şekli, biçimsel bir sistem) ifade eder. Olgu, Modern çağ devletlerinin bir ürünüdür. Eski geleneksel devlet, bir meşruiyet kaynağı değildi. Modern burjuva devleti (ulus-devlet) bir meşruiyet kaynağı yaratmak üzere şiddet organizasyonuna ilaveten çok karmaşık idari mekanizmalar ortaya çıkarmıştır.
Geleneksel toplumlarda da bürokrasi var gibi görünür ama orada kanuna, yönetmeliğe dayanan bir formel (biçimsel, şekli) sistem eksikliği vardır. Onlar daha çok keyfi yönetimlerdir. Hukuk sistemi, vatandaşlık, temel hak ve özgürlükler, kanun önünde eşitlik, meşruiyet vs. gibi kavramlar esasen son iki yüz bilemediniz üç yüz yıllık bir olaydır. Geleneksel dönemlerde bugünkü şekliyle cezaevi bile yoktur. “Ortaçağda kişinin toplumsal statüsü ile politik işlevi ayrılmaz bir biçimde organik olarak birbirine bağlıydı. Bir soylu, bir serf ya da kral olmak, belli bir toplumsal merdiven yada skalada bir yeri işgal etmek demekti. Siyasi hiyerarşinin nerede bittiği, sosyo ekonomik hiyerarşinin nerede başladığı belli değildi; çünkü hiyerarşinin bizatihi kendisinin üniter olduğu varsayılıyordu. Hiyerarşi, aynı zamanda kişisel karakteristikleri de içeriyordu. Soylu birinin salt soyluca davranması değil, ayrıca soylu olması gerekiyordu; serfin serf, köylünün köylü, uşağın uşak olması gerekiyordu. (Paul Thomas ) Belirtildiği şekilde bürokrasi neredeyse ön belirlenmiş bir şeydi. Bu yüzden geleneksel devletlerde (din-tarım devletleri, antik kent devletleri, imparatorluklar vs.) bugünün devletlerindeki gibi bir bürokrasiden söz edemeyiz. Bürokrasi en genel anlamıyla burjuva devlet yapısının ürünüdür ve konumuz olmadığından diğeriyle aradaki farkı daha fazla ele almak gereksizdir. “Bürokrasi asıl devletin yanı başındaki hayali devlettir. Onun bilinci kutsal kapalı bir korporasyon olması hasebiyle dış dünyaya karşı olan ve hiyerarşi sayesinde kendi içindeki gizemi koruyan bir bilinç olarak görülmelidir. Bürokratlar, devletin sivil toplum karşısında önceliğe sahip olduğu –tersine çevrilmiş- bir Dünya’nın hakim tepelerini gözle görülür şekilde işgal ederler. Bu bir siyasal yanılsama, gizemsellik ve safsata Dünyasıdır. Marks buna “republique pretre”(rahipler cumhuriyeti) der. (Yabancı Politik) “….bürokrasi siyasal yaşamın biçimciliğini ya da skolastisizmini temsil eder.”(Keza)
Modern çağ devletinin 2 ana bürokratik bölümlenmesi vardır; Birisi idari diğeri askeri aygıttır. İdari yapısının ayrı, şiddet aygıtının ayrı pratikleri, meslek kalıpları, meslek dilleri, o yapıya uygun insan profilleri ve toplumsal ilişki kalıpları bulunur. Nasıl ki bir kadastro memurunun yada nüfus memurunun görece bağımsız pratiği ve ideolojisi varsa, silahlı bürokrasinin de kendi pratiği ve diğerlerinden farklı ideolojisi ve bir dünya tasarımı vardır. Gerçi bir bütün olarak halkı yöneten bu devlet aygıtının bizatihi kendisinin de yaydığı ve dayandığı “bir devlet ideolojisi” vardır ama silahlı bürokrasinin ideolojisi ve pratiği genel olarak bu devlet ideolojisinden bazı farklılıklar gösterir ve görece özerkliği vardır. Nasıl ki medya, aile, işveren örgütleri, işçi örgütleri, kadın dernekleri, okullar vb. leri birer iktidar odağı ve ideoloji üretme kaynaklarıysa devletin bizatihi kendisi ve silahlı bürokrasisi de dünyaya bir ideoloji yayma mekanizmalarıdır. Hatta bu yapının yarattığı mitler bile mevcuttur. (bazen bu, özellikle doğulu toplumlarda kutsallığa kadar varır)
Devletin genel eylem ve ideolojisi içinde idari yapının her bölümünün başka bölümlerinden farklı olan davranış kalıpları vardır. Örneğin orman korucularının orman köylüleri ile olan ilişkisi bir nüfus memurununkinden farklıdır. Birincisinin buyurgan özellikleri öne çıkarken diğerinin davranış özelliği daha edilgendir.
Ama asıl farklılık devletin diğer ana aygıtı olan şiddet aygıtında daha belirgin olarak ortaya çıkar. Onlar “nev-i şahsına münhasır” özelliklere sahiptir ve bir bütün olarak devletin etkinliğinde daha başat bir rol oynarlar. Bürokrasi denilen yönetim aygıtı daha derin bir araştırmayı hakeder. Ancak burada konumuz “Ergenekon-derin devlet” olduğundan bu konuya daha fazla girmiyorum.
Burada bir parantez açıp bugünkü devletin “ulusçuluk” özelliğine değinmek gerekir. Çünkü bugünkü tüm devletler “ulus-devlet” tirler. Ulusçuluk üzerine kısa bir değinme yaparsam şunları zikredebilirim.
Ulus , Ulusçuluk ve Ulus-Devlet üzerine bir değinme ve silahlı bürokrasi
“Ulus”, “ulusçuluk”, “milliyetçilik” , ulus-devlet” gibi kavramlar birbiriyle ilişkili kavramlardır. Bu kavramlar neredeyse 200 yıldır tartışılmaktadır. Üzerinde anlaşma sağlanamaması nedeniyle bir yazar, “ ulus, piyasa tarafından yaratılmış toplumsal uzamda kaybedilmiş, bir ailedir; aile gibi bir şeydir.” (Poole) diye yazmak gereği duymuştur. Ulusu dille, dinle, ırkla, kültürle, coğrafyayla, psikolojiyle yada başka kategorilerle tanımlayanlara bolca rastlamak mümkündür. Hatta son olarak ulusçuluğu bir din olarak tanımlayanlar bile çıkmıştır. Ulus, ulus-devlet o kadar çok tanımlamaya uğratılmıştır ki; artık biz onu muza benzetebiliriz; “Tadı yiyene göre değişen bir şey”.
Fakat önümüzde yalın bir gerçeklik bulunmaktadır. Tüm dünya uluslar ve ulus-devletler mozaiği ile kaplıdır. Özellikle küreselleşmenin muazzam boyutlarda gelişmesi karşısında “ulus” ve “ulus-devlet” meselesinin diğer meselelerin önüne bile geçtiğini söyleyebiliriz. Çünkü son elli yıl içinde gelişen küreselleşme karşısında yerelleşmenin bir direnişi ortaya çıkmış olup, bu yerelleşmenin en şahikası ulustur, ulusçuluktur, ulus-devlettir. Bu yalın gerçeklik hemen her adımımızda önümüze çıkar. Her siyasi mesele onunla ilgilidir, ilintilidir. Bu yüzden kapsamlı bir değerlendirmeyi hak eder. Konuya giriş için öncelikle bu kavramları kısaca tanımlamayla çalışalım.
Tarayıcınıza girdiğinizde ve ulus, ulus-devlet kelimelerini yazdığınızda bir çok tanımla karşılaşırsınız. Ancak en yaygın sözlük tanımı olarak şunu görürsünüz; “ulus, “siyasal olarak örgütlenmiş biçimde ve belli bir toprak üzerinde bir arada yaşayan, ekonomik yaşam, dil, tarih, ruhsal yapı ve kültürel özellikler yönünden ortaklık gösteren en geniş insan topluluğu”.
Birçok yerde ulusun bu şekilde tanımlandığını görürüz. Yaygın bir sosyolojik tanımdır bu. Hemen hemen tüm ansiklopedik tanımlar aşağı yukarı böyledir. Stalin’in “Milli Mesele” adlı kitabında yaptığı tanımda aşağı yukarı budur. Tanımlamanın doğruluğunu ya da yanlışlığını bir yana bırakarak, herkesin ilk bakışta hissettiği, anladığı veya daha doğru bir deyimle, tanımın özelliğine dikkat edersek şunu görürüz: Ulus tanımının 2 boyutu vardır; Birincisi siyasal olarak örgütlenmiş bir şekilde ve ikincisi aynı toprakta, aynı kültürel atmosferde, ekonomik bir birlik gösteren, aynı dili konuşan tarihsel, ruhsal bir topluluk. Tanımın ikinci boyutu ulus meselesinin otantik/ontolojik boyutudur. Tanım bize siyasal ve ontolojik olarak iki boyut sunar. Ulus üzerine tartışanlar daha çok olayın siyasal boyutu üzerinde tartışırlar. Bu yüzden “ulus” daha çok siyasal bilimler alanının konusu olmuştur. Oysa işin otantik/ontolojik boyutu diğerinden daha az önemli değildir. Önce bunu açalım;
İnsanlık dağılma ve birleşme diyalektiği ile kümelenir. Daha doğrusu insanlığın dağılması ve birleşmesi belirli kanunlara uyarak kendi diyalektiği içinde gerçekleşir. Uluslar, insanlığın en son geliştirdiği kümelenme biçimidir. İnsanlık tüm tarihi boyunca çok farklı kümelenmeler geliştirmiştir. En eski kümelenme biçimi komündür. Tüm tarih öncesi ve antik tarih komünün türlü şekillere girerek yaşanışı ve çözülüşü tarihidir. Öyleyse ilk soru şudur; Nedir komün? Nasıl ortaya çıkmıştır? Bunun son kümelenme biçimi olan “ulus”la ilişkisi nedir? Adım adım ilerleyelim.
İnsanlığın temel yaşayış biçimi “toplum” dur. İnsanlık doğayla baş edebilmek, var olabilmek için sürü halinde yaşamdan “toplum” halinde yaşama geçmiş, bu yaşam biçimi içinde işbölümleri geliştirmiş, komünün üretim temeli kapsamında, üretici güçler kanununa uyarak yaşamıştır. Her komün aynı zamanda bunu onaylayacak, buna katılımı sağlayacak fikir ve inançlar da geliştirmiştir. İnsan varlığının sürüden komüne geçişi doğal bir süreçtir. İlk başta komün doğanın doğrudan devamıdır. Heceli dilin geliştirilmesi, alet kullanımının geliştirilmesi, totemin geliştirilmesi, işbölümünün geliştirilmesi, cinsel yasaklar ve akrabalık temelinde organize olması vs. gibi gelişimler doğanın doğrudan devamı olarak tarihsel serüvenine başlayan komünün daha sonraki gelişim aşamalarıdır. Komün üretici güçler temelinde gelişirken dağınıklık ve birleşmişlik konusunda da belirli aşamalardan geçmiştir.
İnsanlığın kümelenme biçimlerine, dağılma ve birleşme diyalektiğine bir değinme
Tarihin bir evresinde Dünya’da yüz milyon insan bile yoktur. Dağınıklığı siz hayal edin. Tarihöncesi avcı-toplayıcı dönemde insanlık olağanüstü dağınıktır. Orda burda küçük küçük topluluklar (kabileler, klanlar, kandaş topluluklar) görürüz. Arkeolojik kazılarda bu toplulukların ortalama 50 ila 200 kişi arasında olduğu belirlenmiştir.
Daha sonra, bundan 12-15 bin yıl önce hayvan evcilleştirince insanlık biraz daha derli toplu hale gelmiştir. Coğrafyaya, iklime, doğaya daha çok direnecek topluluklar oluşturmuştur.(Amerikalı halklar hayvan evcilleştirmeyi öğrenemeyince daha doğrusu evcilleştirilecek lama dışında hayvan bulamayınca) o aşamada kalmıştır. Asıl gelişim Asya-Avrupa da olmuştur) Bu aşamada insanlık yine de olağanüstü dağınıktır. Göçebelik küçük kabileler, klanlar, kandaş topluluklar gerçeğini değiştirmemiştir. Tek değişen şey anaya göre örgütlenen toplulukların babaya göre örgütlenmesidir. Elbette nüfus artmış ancak insanlar hayvanların beslenmesine bağlı kaldıkları için yine de büyük topluluklar oluşturmamıştır.
Bilindiği gibi insanlığın daha sonraki en büyük kümelenmesi tarımın keşfiyle gerçekleşir. Sümer’de kolektif tarımla başlayan kümelenmeler Dünya tarihinde ilk kez antik kentleri (12 kent) yaratmıştır. Büyük değişimlere uğrayan komün kozmik antik kent biçimine girmiştir. Bu gelişim insanlık tarihi için son derece önemlidir. Kent, gelişimiyle birlikte sınıfları ortaya çıkarmış ilk kez büyük ölçüde çözülmeye doğru gitmiş ama aynı zamanda toprağın olağanüstü önem kazanması suretiyle “vatan” kavramını ortaya çıkarmıştır. Toprak, hem fiziksel hem de kozmolojik olarak bu gelişim sırasında büyük önem kazanmış ve İnsanlık uzak geçmişine göre daha büyük kümelenmeler meydana getirmiştir. Bu işin imparatorluklara kadar uzanan başka bir boyutu daha vardır. Demek ki ilk büyük kümelenme toprak etrafında meydana gelen kümelenmedir ve bunun temel biçimi de “antik kentler” dir. Bu aşamada antik kentlerle birleşen insanlığın kır şeklinde ki dağınık var oluşu bin yıllar süren bir dağılma-birleşme mücadelesi ortaya çıkarmıştır. Antik tarihe damgasını vuran şey köy-kent mücadelesidir. Bu mücadeleden kentler kesin biçimde galip çıkmıştır. Ama iş bu aşamada kalmamış bilindiği gibi sanayi devriminin yarattığı ulus şeklindeki daha büyük kümelenmeye geçilmiştir. Böylesi bir kümelenmeye modern kentler eşlik etmiştir.
Bu kısa özetten anladığımız gibi insanlık üretici güçlerin, işbölümünün gelişme düzeyine ve biçimine göre dağılmakta veya birleşmektedir. Dağılma ve birleşme diyalektiği kişi yada gruplara bağlı bir iradi gelişme değildir, tesadüfi hiç değildir ve belirli toplumsal kanunlara (üretici güçler kanunu) uyar. Demek ki ulusun birinci boyutunda bir varoluş biçimi,bir toplumsallaşma biçimi, bir toplumsal yaşayış tarzı bulunduğunu buluruz. Otantik/ontolojik kümelenmeye her aşamada olduğu gibi ideoloji de eşlik eder. Her çağ kendi yaşayışını kendisi açıklar, ona uyan fikir ve inançlar geliştirir. Toplumsal varoluşa katılmanın, toplumsal roller üretmenin, organize olup iş yapmanın, hayatı anlamlandırmanın, siyasal pozisyon almanın ekonomik-sosyal, tarihsel boyutudur bu. Bu boyut aynı zamanda dil, kültür, kimlik, psikoloji, siyaset üretmeninde tarihsel temelidir..
Silahlı Bürokrasinin doğuşu ve özellikleri
Türkiye’de silahlı bürokrasi en eski batılı örgütlerden birisidir. Batıya öykünme adına kurulmuş ancak süreç içinde “batı” ile anti-tez haline gelmiştir. Hem batılı bir kurum olup hem de onunla anti-tez olması nasıl açıklanmalıdır? Süreç tüm dünyada gerçekleşen uluslaşma girişimlerine farklı bir örnek sunar. Batılı sömürgeciler, sömürge ülkelerde işlerine yarayacak iki dilli memurlar (bir anlamda işbirlikçiler, işgörenler) yetiştirmek isterken çoğu kez kendi kuyularını kazmışlardır. Bu memurlar yerel ulus direnişinin nüveleri olmuşlardır. Bunların bir kısmı sivil okul mezunlarıdır. Bazıları başlangıçta sömürge merkezlerinin doğrudan işbirlikçileridir. Bazıları batı tarafından şöyle yada böyle yetiştirilen entelektüel orta sınıflar veya bazen de entelijansiyadır. Hatta içlerinde köle sahipleri, toprak sahipleri (T.Jeferson, Bolivar vs) bile vardır. Türkiye’de bunu yapanlar batılı, modern eğitim almış askeri okul öğrencileri olmuştur.
Neden onlar? Öncelikle bunun çok eski bir tarihi vardır. Bu coğrafyaya gelen Türkler temel olarak 2 üst sınıfa (sınıf yerine zümre demek belki de daha doğrudur) sahiptiler. Birincisi Seyfiyeler (sipahiler-tımarlı sipahiler), Diğerleri İlmiyeler (ulema). Bunlar en aşağıdaki göçebelerden-çiftçilerden belli- belirsiz bir üst zümre özelliği gösterdiler uzun tarihler boyunca. Özellikle seyfiyeler (kılıçlılar) ahalinin koruyucusu, kollayıcısıydı. Ahali de onları vergileriyle beslerdi. Türkiye’nin silahlı bürokrasisinin toplumsal ilişki kalıpları işte ta o kadim zamanda gerçekleşmiştir. Çünkü Osmanlılar, tarihteki İslam ve Bizans uygarlıklarına akın gerçekleştiren ve onları yıkıp aşılayan son barbarlardan biriydi. Askerlerin bu coğrafyadaki etkinlikleri ta o zamanlarda doğmuştur. Osmanlının son zamanlarında bozulmalar olmuşsa da bu gelenek-görenek hep devam etti. Üstüne birde batılılaşma hareketleri çerçevesinde batılıların etkilediği askeri memur profili ortaya çıkınca her şey üst üste oturdu. Batılılar diğer yerlerde olduğu gibi kendi etkileriyle kendilerine karşı koyacak bir grubu eğittiklerini uzun süre anlamadılar. Bunun en bariz örneği Mustafa Kemaldir. Onun okul çağlarında Fransız Devriminden etkilendiğini biliyoruz. Bilindiği gibi Fransız devrimi kendi çağında ve sonrasında tüm dünyaya model olmuş bir uluslaşma girişimidir. Dünya tarihini etkileyen en önemli olaylardan birisi belki de yakın çağ için (300 yıl) en önemlisidir. Bu kapsamda, zaten askerler eliyle Osmanlıda çoktan batılılaşma hareketleri başlamıştı. (Tanzimat fermanı- Resneli Niyaziler vs.) İşte bugünkü silahlı bürokrasinin toplumsal ilişki kalıpları o dönemde kadim tarihteki gelenekle birleşmiş ve yeniden oluşmuştu.
Neydi bunun özelliği? Birkaç özelliği vardı;
1-Tarihsel sürekliliğe sahipti,
2-Duygusal içselliğe sahipti,
3-Akılcı değerler sistemi vardı
4-Bir kurum olarak hareket ediyordu. (Yani başı sonu belirliydi ve belirli kurallarla işleyen içsel bir mekanizmaya sahipti)
5-İdeolojik olarak düzenin ve ahalinin koruyucusu olarak hareket etmeyi gelenekleştirmişti. Halkın bölünmesi ve parçalanması korkusu dışsal bir korku olarak onları birleştiriyor ve etkili bir grup haline getiriyordu.
6-Onlar için hiyerarşi her şeydi
7-Merkeziyetçi ve oligarşiktiler
8-Özgürlük-Güvenlik ikileminde “güvenlikçidirler”. Özgürlük ve demokrasi umurlarında olmazdı.
9-Değişime kapalı bir sistemleri vardı. En önemlisi hiyerarşiydi ve dünyaya bu hiyerarşinin pencerelerinden bakarlardı. (Militarizm) Silahlı bürokrasinin her tek bireyi ve bireylerin oluşturduğu bu grup onlarca yıl boyunca tekrarlanan ve tekrarlandıkça yerleşik bir kalıp haline gelen böyle bir toplumsal ilişki kalıbı geliştirmişti. Tüm bunların doğal sonucu olarak silahlı bürokrasi bu toprakların kaderini etkileyen önemli bir gerçeklik olarak uzak ve yakın tarihte yerini aldı. Bu topraklarda yapılmış tüm anayasaların asker ürünü olması bu tezimi doğrular niteliktedir.
Kısa özet olarak geçtiğim bu teorik ana çerçeve olayın bütününü kavramaya yetmez. Örneğin bu yazılanlar silahlı bürokrasinin yekpare bir bütün olduğunu düşündürmemelidir. O parçalı bir bütünlüktür. Her subay, halk çocuklarından devşirilmiştir ve albaylık rütbesine kadar generaller cennetiyle aşağısının cehennemi arasında yaşar. Halk yaşamının stabl olduğu zamanlarda generaller siyasetle iç içe yaşarlar. Amerika’da NATO eğitimi alırlar ve silahlı bürokrasinin tümünü baştan aşağı kontrol ederler. Çünkü silahlı bürokraside hiyerarşi “her şeydir”.
Başka bir özellik, idari yapının bürokratlarının aksine silahlı bürokrasinin halkla iç içe olmamasıdır. İş yaşamlarını genellikle şehrin dışında veya halktan izole edilmiş alanlarda, kışlalarda yerine getirirler. Ayrıca sosyal yaşam alanları da izole edilmiştir. Duvarlarla çevrilmiş askerlerin nöbet tuttuğu lojmanlarda yaşarlar. Eğlence ve boş zaman yaşamları da izole edilmiş olup, subay gazinolarında zaman geçirirler. Silahlı bürokrasinin özel yaşamları bile izoledir. Eşleri de aynı hiyerarşiye uyar ve halkla ilişkileri kopuktur ve özel gruplar oluştururlar.
Böylesi bir yapı, silahlı bürokrasinin her tek bireyini özel bir insan profili olarak koşullar. Doğal olarak şiddeti ve hiyerarşiyi içselleştiren bu bireyler, üstlerine kesin bir sadakatle bağlılık gösterir, astlarına karşı ise adeta bir hükümran gibi hareket etme eğiliminde olurlar. Bu bakımdan darbelerin çoğunun yukarıdan aşağı doğru yapılması tesadüf değildir. Bu bireylerin siviller yerine komutanlara itaat etmeleri de aynı mekanizmanın ürünüdür. Olayın bir yüzünde rasyonellik, bürokrasi, yasallık ve modernlik görünür. Fakat diğer yüzünde duygusal inançlar, korkular, kaygılar, bağlılığa ve sadakate ilişkin irrasyonel hisler vardır. Bilinçdışı arketipleri düşseldir-hayalidir. Bu silahlı bürokratların her birinin kişilik özellikleri, inançları ve grup aidiyetleri yüzlerce yılın içinden süzülüp gelmiş olup, dünyayı anlamaya dair zihinsel kalıpları, şemaları ve modelleri vardır. Bu model son 80 yıldır esasen ulus-devlet anlayışı üzerine oturmuştur. Yapının içine sızmış duygudaşlık durumu her tek bireyi uyaran-tepki davranışçılığı kalıbına oturtur. (son yıllarda dışardan sarmalayan çeşitli saldırılar karşısında şu an bir “kontrol kaybı” duygusu yaşıyor olmaları ve bu nedenle aşağılanmış, itilip kakılmış olma duygularını yaşıyor olmaları muhtemeldir)
İdeolojileri çoğunlukla ataerkillik, devletçilik ve ulusçuluk karışımı bir şeydir. En az 100 yıldır böyledir. Ulusun muzaffer varlığı ile şanlı geçmişini her daim akılda tutmak şaşmaz bir ilkedir. Düşsel bir “anavatan” ve belirsiz bir yurt ideolojisi ile malul olup, bunlar için ölmeye ve öldürmeye hazırdırlar. Esasen demokrasi filan gibi şeyler onlar için arızi şeylerdir. Kaskatı kişilikler için böyle ucube ideolojilere benliklerde yer yoktur. Halkın yönetimi, sivillerin yönetimi gibi şeyler onların resmi kabulleridir. Altını kazıdığınızda ise gerçek fikirleri açığa çıkar. Çağın etkin fikirleri ve uygulamaları olarak demokrasi ve halk yönetimi dişlerini sıkıp kabul ettikleri bir şeydir. Kadim zamandan beri sivilleri ve halkı güdülmesi gereken bir reaya olarak algılamışlardır.
Bu açıklamalarla kısmen belirlediğimiz bu olgunun örgüt boyutuna girebilir ve başlangıçta sorduğumuz sorulara yanıt arayabiliriz.
Silahlı bürokrasinin örgüt boyutu
Devlet bir bütün olarak baskı örgütüdür. Ancak silahlı bürokrasi onun psikolojik ve fiziki şiddet özelliğini yerine getirir. Bu yönüyle devletin idari aygıtından da kısmen görece bağımsız bir örgüttür. Görünüşte formel olarak bu örgüt de diğer bürokrasi gibi kanun-tüzük ve yönetmeliklerle yönetilir, anayasal ve legaldir. Ancak bürokrasinin her kademesinde rastladığımız gibi halka yabancılaşmış bir yanı vardır. Gizlilik ve “resmi sır”, “devlet sırrı” kavramı en çok bu bürokrasi kademesinde bulunur. Başka bir ifadeyle burada gizlilik ve resmi sır, genel bir kural, açıklık ise istisnadır. Yukarıda belirttiğim gibi merkeziyetçi-kapalı-tekelci bir yapıdır. Bu özellikleri itibariyle halkın demokratik kontrolünden, sivillerin yönetiminden pek hoşlanmaz. Ulusalcılık denilen kör ideoloji tarafından yönlendirildiği için zaman zaman formel dünyanın dışına çıkmakta, gizli faaliyetler yürütmekte sakınca görmez. Bunu bazen “gizli örgüt” kurarak da yapar. Ona göre düşsel anlamda fikriyatında bulunan “vatan” tehlikededir ve kanun-tüzük vs. gibi legal kurallar bu nedenle askıya alınabilir. Burada bunu mümkün kılan şey, “hiyerarşidir” Hiyerarşik toplumlarda ve kurumlarda doğal, evrensel bir otoriteye itaat durumu vardır. İtaat dışsal olmaktan çok “içsel” dir. “İçselleştirilmiştir”. Bu koşulsuz itaat kurumun içinde ki kimi insanları zaman zaman meşru zeminler dışına çıkarabilir. Stanley Milgram’ın otorite üzerine yaptığı deneylerde en iyi sonuçları silahlı bürokrasinin içinde alırsınız. Çünkü zaten herkes öncüleyin bu duruma teşnedir. Zaten silahlı bürokrasinin gizli çalışan ve adına “istihbarat” denilen legal örgütleri de bulunmaktadır. Silahlı bürokrasinin “istihbarat” aygıtları yaklaşık 70 yıldır bizatihi silahlı bürokrasinin kendisi tarafından yönetilirken son zamanlarda sivillerin kontrolü artmıştır.(İstihbaratın başına artık general atanmamaktadır) Ancak sivillerin bu mekanizmaya etkileri nereye kadardır? Bunu ve şark despotizminin tarihsel kaynaklarını ve sivil-asker ilişkilerini bir sonra ki yazıda tartışacağım.