Engin Şirin
Sabah yürüyüşünü kaçırmamak için kargalar kahvaltılarını yapmadan yola sökün ettik. İnanın ki derdim yürüme değil. Derdim Ahmetbeyli Köyü yakınlarındaki antik mermer ocağını görmek de değil. Derdim sohbet muhabbet.
Yapılan sunumlar çok değerli biliyorum ama göz hizası yapılan sohbetler benim için nirvana, arş-ı alem.
Şükürler olsun ki teknoloji var, az gidip uz gidip milyonlarca kilometreyi bir nefeste aştık. Antik Yunan’a vardık. Hemen locaya ( Eko’nun yeri) gidip çaylanırken toplanmayı beklemeye başladık.
Toplanma tamamlandı ama Çileli Hamdi tedirgindi. Orman alanına girmek için jandarmadan izin alınması gecikmiş. Bu durumda ormana girmek de yasak. Çözüm kolay; rota değişti ve yeni hedef “Kale”.
Yola koyulduk. Eğimi epey fazla olan tepede yılankavi kıvrımlarla yükseliyoruz. Herhalde zirvesinde çömlek atölyesi varmış ki ayaklarımızın altında çömlek parçaları tırmanışımızı zorluyor. Çileli Hamdi ise rahat; rahatlığının nedeni ise sportif anatomisi, tırmanış deneyimleri veee ile de stereo sopaları. İçimdeki hınzırlığı bastıramıyorum. Baktıkça bir gülme bastırıyor anlatamam.

Tam tepeye ulaşmıştık ki bir panik çığlığı! Hemen yöneldik. Genç arkadışımız yılan görmüş ve panik içinde. Neyse o konu halledildi, sonrasında Çileli başladı sopaların Hikmet-i Hüda’sını anlatmaya. Yılan ve bilimum vahşi evrim kardeşlerimizden korunmak içinmiş. “Hocam” dedim. “Sen de işi biliyorsun; çift şarjör, çift keleş dolaşıyorsun.” Hınzırlık bulaşıcı ya başladık gülmeye.
Yürüyüşte Almanya’dan gelen arkadaşlardan biri vardı. Başladık sohbete. Benim “Bu ne?”, “Nasıl oldu?” türünde çocukça sorularımı büyük bir sabır ve olgunlukla yanıtladı. Geleceğe ilişkin planlar bile yaptık. Tüm bunlar olurken adını dahi bilmiyordum. Sonra öğrendim: Turan Akpınar. Hocam Klaros Kale’de sabah güneşime eşlik etmişti.

Klaros kehanet merkezi ve Festival’e Astroloji ile ilgili uzmanlar da davet edilmişlerdi. Prof. Dr. Nurseren Tor yönetiminde Emine Gücek, Figen Toktaş, Selin Ozorhan ve Tuğçe Bağcı astrolojinin çeşitli konularını tartıştılar.

Astrolojiye küs olduğum için bu süreyi Eko’nun yerinde çaylanarak geçirdim. Bu arada güzel insan Alaattin Uygur beni sohbet olan bir masaya davet etti. Durur muyum hiç? Hemen oturdum. Konu Nazım’ın Evi. Alaattin’le benim dışımda beş kişi daha var. Hepimizde 20’li yaşların heyecanındayız ama Birant en heyecanlı ve sert. Avukat olduğundan olabilir mi diye soramadım. Göksel ve Saim ile birlikte çok iyi dostlar. Molla ile Natalia’da da 40 yıllık dostluk. Natalia tam bir gen çorbası ve Molla’nın ifadesiyle hem kızı, hem bacısı, hem anası ama ille de kaybettiği eşinin yadigarı. Uzun tartışmalardan sonra birbirimizi tanıdık yüreklerimizi konuların köşelerinden çok dostluğun ışığının yumuşaklığı sardı.

“Haydi oturuma yetiş” dedi Fatmagül. Oturumu prof Dr. Halil Turan yönetiyordu. İki konuşmacıdan Biri ilahiyatçı Prof. Dr. Aydın Topaloğlu’ydu ve Din Üzerine İlk Soruşturmalar: Euthyphro İkilemi üzerine konuştu. Hoca konusuna hakim olduğu kadar, ismi gibi aydın birisi.
Diğer konuşmacı ise Dr. Taraneh Wilkinson, İntersections of Philosophy 0f Religion and Philosophy Science konusunu ele aldı. Hakan Koçman arkadaşımız da simultane çeviri ile benim gibi kuş dilinden başka yabancı dili olmayanlara konuyu anlaşılır hale getirdi.

Gerçekten vaktin nasıl geçtiğini anlayamadık bile. Müthiş açıklamalardı.
Ardından, Kölelikten Filozofluğa: Epiktetos. Umut Fevzioğlunun yönettiği, Senaryosunu Uğur Pişmanlık’ın yaptığı belgesel. Stoacılığın bu ilginç yaşama sahip filozofunun belgeselini izlemenizi öneririm: https://www.youtube.com/watch?v=k6YMeSRtqnw

Sonraki forumu kaçırdım. Çok istememe rağmen katılamadım. Ama ödülü büyük oldu. Çiçek balını kaçırmıştık ama Anzer Balı kucağımıza düşmüştü.
Bütün gün oturmaktan anatomik yapımız bozulmuştu. Biraz yürüyelim de açılalım dedik. Yolda pansiyonlar, evler, bahçeler sıralıydı. Karşı taraftan birisinin bize seslendiğini fark ettik. Yaklaşınca anladık ki Molla Demirel. Şiirin, ve devrimin uzlaşmaz savaşçısı… Niğde Cezaevinin bir dönem ziyaretçisi… Sinan Cemgil’lerin yoldaşı… Fakir Baykurt’un öğrencisi… Nazım’ın anılarının koruyucusu ve benim arkadaşım, dostum. Dün tanıştık ne gam…

Taa Almanya’dan gelmiş bizi zorla sofrasına oturttu. Kaldığı ev, tesadüf bu ya Barış Atay’ın eşinin ailesininmiş. Barış Atay’ın kayınvalidesi yemekleri (ayıptır söylemesi; kuru, menemen, cacık, makarna) güler yüzüyle süsleyerek getirdi. Biz o gün tanışmış kırk yıllık dostlar, güneşin sofrasındaymış gibi daldırdık çatal kaşıklarımızı. Sonra bir muhabbet sormayın gitsin.

Amma da abartıyor dediğinizi duyar gibiyim. “Portakal orda kal “ diyorum. Sadece Nazım’ın anı eşyalarının el altından satılmasını engelleyebilmek için, O’nu hastanede bırakıp Türkiye’ye gelen bir savaşçıdan bahsediyoruz. Hem de “Evladı insanın nefesidir. İnsan nefesi olmadan yaşayabilir mi?” diyen bir insandan. Onlarca şahsi büyük acıya mücadele ve dayanışmaya tutunarak direnen bir savaşçı… Sadece O da değil. Kimler mi? Çok… Sekiz tanesi Almanya’dan gelmiş, tanıştık…

Evden Çıkınca koşar adım forumu yakalamaya gittim ama yarı yolda güzel insan Alaattin’le (Uygur) karşılaştık. Ne yalan söyleyeyim, daveti konusundan daha çekici geldi. Birlikte Göksel, Birant ve Saim’in bulunduğu masaya oturduk. Bu üçlü de inanılmaz. Teori pratik birlikteliğini sağlayabilmek için var güçleriyle çalışıyorlar. Bursa’da, Tekirdağ’da, Düzce’de, Hakkari’de, Mardin’de ve diğer yerlerde yaptıkları çalışmaları ve görüştükleri insanların değerlendirmelerini anlatıyorlar. Önce akademisyen zannediyorum ama anlıyorum ki bunlar sadece devrimci.

Bu festival felsefeyi nasıl üniversite sınıflarından dışarı hayata taşıdıysa, bizler festivalde konuları sadece sahnede değil küçük gurup toplantılarında tartıştıysak, bu üçlü de sosyoloji için aynısını yapma çabasındalar. Önlerinde saygı ile eğiliyorum.
(Sahne dışı oturumlar demişken… Eko’nun yerinde Osman Hoca memnun bir havada bana sitayişte bulundu, “Engin bak her yerde korsan oturum koyuyorsun, gözümden kaçmıyor.” Sevindim…)
Kaçırdım diye boşuna üzülmüşüm. Gecenin ilerleyen saatlerinde aşk forumu masamıza geldi. Kamuran Hoca bir yanda, ben bir yanda tartışmada tam gaz gidiyoruz. Hoca diyor, “tutku”, ben diyorum “değişim”. “Masa hazîrun”u pinpon maçı seyreder gibi bir ona bir bana bakıyor ama asıl kahraman ise gizemli bir tanıma sahip olan Göksel. “Ben tanımı yaptım ama en son söyleyeceğim.”
En sonunda Hoca üzerime yürüyünce pes eder gibi yaptım. Konu ciddi ama kahkahalarımızdan denizdeki balıklar bizi jandarmaya şikayet etmişlerdir.
Ben burada plazma olmuştum maddenin dördüncü halinde yaşıyordum. Cennet bu olsa gerek. Adem buradan mı kovuldu ne?..
Gecenin ilerleyen, bilemediğim bir saatinde araba biçiminde olan uyku kapsülüme girip koltuğu yatırdım ve mutlu bir uykuya daldım….

NOT: Her şey O’nun Arp’ından dökülen ezgilerle başladı…